[Aşağıdaki metin, dünyanın çeşitli ülkelerinde kadın mücadelesine yol gösteren proleter feminizm kuramının gelişim sürecindeki önemli müdahalelerden biri kabul edilmektedir. Bu bağlamdaki tartışmalara ilgi duyan okurların faydalanabileceği düşüncesiyle paylaşıyoruz.]
Rajani X. Desai[1]
Mayıs 1993
Türkçesi: Taylan Akarsu
Yoldaşlar,
Şimdi gerçekleştireceğim sunum, aslında daha çok bir taslak niteliğinde.
Bugün burada kadın meselesine dair salt akademik bir tartışma yürütmek için toplanmış değiliz. Bu toplantının amacı, kadınların – kendi kurtuluşlarını da kapsayacak – devrimci dönüşüm bağlamındaki kudretini bir kez daha ortaya koymak, hâlihazırdaki gücümüzü de daha sağlam bir temele oturtmaktır.
Biz, nüfusun yaklaşık yarısını oluşturuyoruz. Aile statüsünün mülk temelinde belirlendiği, bizim statümüzün ise ait olduğumuz aileler temelinde belirlendiği bir toplumda yaşıyoruz. İster köylerde ister şehirlerde olsun, bu ailelerin ezici çoğunluğu iş, toprak veya geçim araçları güvencesi olmadan, insanca yaşam koşullarından uzak bir şekilde, ağır sömürü altında yaşamaktadır. Çoğumuz böyle ailelere mensubuz. Evet; bu ezilen, yoksul ailelerin içinde biz kadınlara binlerce yıldır sefil bir statü verildiği doğrudur. Ancak artık hedefimiz yalnızca bu ezilen aileler içinde eşitlik kazanmakla sınırlı değil. Elbette mevcut aile yapısı içinde de eşit statü isteriz; ama bu en nihayetinde sömürüden ve özel mülkiyetin baskısından kurtulmuş bir toplumda erkeklerle eşitlik talebimizin bir alt-başlığıdır. İşte bu yüzden, o özgür toplum için verilecek mücadelede şimdi hemen eşit bir biçimde yer almak istiyoruz. Biz kadınlar, yalnızca kadınlık temelinde değil, insanlık temelinde eşitliğimizi savunmamıza olanak tanıyacak demokratik gücü bu uzun soluklu mücadele sürecinde parça parça kazanacağız.
Bu uzun vadeli hedef olmadan herhangi bir eşitlik talebinin, erkeklerle birlikte sömürüsüz ve baskısız bir dünyayı miras almaya dönük herhangi bir arzunun, asla ciddi bir anlamı olamaz. Biz sadece erkeklerden kalan kırıntıları paylaşmak istemiyoruz. Faiz’in[2] de dediği gibi: “Bir tarla değil, bir ülke değil; biz tüm dünyayı istiyoruz.” Yani biz, hepimiz için çok daha fazlasını istiyoruz: Daha üretken olma özgürlüğünü ve ürettiğimiz artı değeri uzun vadeli çıkarlarımıza uygun şekilde değerlendirme hakkını istiyoruz. Tabii bu özgürlüğü erkekler için de istiyoruz. Dolayısıyla, bu noktada erkeklerle ortak bir çıkarımız var; fakat aynı zamanda bizim özgürlük ve saygı ihtiyaçlarımızı görmezden geldikleri ölçüde onlarla bir çelişkimiz de var. Onlarla birlikte örgütlenip – hep birlikte – toprak ağalarının, tefecilerin, müteahhitlerin, vergi memurlarının, mahkemelerin, polisin ve ordunun boyunduruğundan kurtulabilmemiz için de bu özgürlüğümüzü sağlamamız gerekiyor.
Toprak ağalarına, tefecilere, patronlara karşı yürüttüğümüz mücadele, bizim asıl kavgamızdır. Bu mücadele uzlaşmaz bir mücadeledir; çünkü onların üretim araçları üzerindeki hâkimiyetini ve dolayısıyla hayatlarımız üzerindeki kontrolünü yıkmadan hiçbirimizin durumu düzelemez. Bizimle birlikte yaşayan ve bu mücadelede yanımızda olan erkeklerle olan mücadelemiz ise uzlaşmaz değildir; çünkü biz kadınların daha iyi bir statü ve daha özgürce birlikte savaşma hakkını kazanması, hem bizim çıkarımızadır hem de erkeklerin.
Çelişkiler arasındaki bu farkı, erkeklerle aramızdaki ilişkinin bu ikili boyutunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Esas kavgamız, sömürücülerimize karşıdır; bu, uzlaşmaz bir mücadeledir. Ancak, bu mücadeleyi yürütürken kendi sınıfımızdan olan ve ataerkil kültürün aracı haline getirilmiş erkek veya kadınlarla da mücadele etmek zorundayız. Bireysel düzeyde bu kavga bir hayli sertleşebilir, ancak genel anlamda uzlaşmaz bir çelişki değildir. Bunun çözülmesi herkesin lehine olacağı için de bu ikincil, ama yine de gerekli bir mücadeledir. Çünkü bu mücadele, çalışan halkın yarısını oluşturan kadınların asıl mücadeleye katılmasını mümkün kılar. Lenin şöyle diyor:
“Kocaların— hatta proleter olanların bile — çok azı, eşlerinin omuzlarındaki yükü nasıl hafifletebileceklerini ya da onları bütünüyle bu yükten nasıl kurtarabileceklerini düşünür. Sadece azıcık da olsa şu ‘kadın işine’ el atsalar bile bu büyük bir fark yaratabilir. Ama yapmazlar; çünkü bu, ‘kocanın ayrıcalığına ve itibarına’ aykırı olur! Koca, dinlenmeyi ve rahatını talep eder. Kadının ev içindeki yaşamı ise her gün kendinden bir şeyler feda ederek binlerce önemsiz ayrıntıyla uğraşmak zorunda olduğu bir özveri düzenidir. Kocanın ‘kadim hakları’ — yani onun efendi, hâkim olarak konumu — sessizce ve sorgulanmadan sürüp gider. Nesnel olarak bakıldığında, kadın adeta bir köledir; ama intikamını da alır. Bu intikam, açık bir başkaldırı şeklinde değil, gizli biçimlerde gerçekleşir. Kadının geri bırakılmışlığı ve eşinin devrimci ideallerine duyduğu anlayışsızlık, erkeğin mücadele azmini törpüler. Kadının bu geri konumu, devrimci erkeğin kararlılığına karşı içten içe, yavaş yavaş ama kesin bir şekilde işleyen küçük kurtçuklar gibidir: Onu kemirir, zayıflatır, sarsar. Ben işçilerin hayatını bilirim — sadece kitaplardan değil, doğrudan yaşamın içinden bilirim. Bizim kadın kitleleriyle yürüttüğümüz komünist faaliyet – aslında genel olarak da politik mücadelemizin tamamı – erkekler arasında da yoğun bir eğitsel dönüşüm çalışmasını gerektiriyor. Parti içinde ve emekçi halk kitleleri arasında hâlâ varlığını sürdüren o eski ‘köle sahibi zihniyetini’ kökünden söküp atmalıyız. Bu, bizim politik görevlerimizden biridir. Bu, kadın işçiler arasında Parti faaliyeti yürütülebilecek şekilde bütünlüklü bir teorik ve pratik eğitimden geçmiş – hem kadın hem de erkek yoldaşlardan müteşekkil – bir ekip kurmamız kadar acil ve zorunlu bir görevdir.”[3]
İşte bu yüzden de kadın sorunu, esasen demokratik bir sorundur. Ve bu sorunun şu anki tarihsel aşamadaki talepleri, halk demokrasisi çerçevesine dâhildir: Üretim araçları üzerinde eşit hak, toplumsal hareketler içinde eşit söz ve oy hakkı, baskı görmeme ve ezilmeme hakkı bu temel talepler arasındadır.
Muhtemelen bugün burada aramızda proletaryanın bakış açısını benimseyen, dünyaya Marksist bir pencereden bakan ve toplumumuzu sosyalizme – ve onun da ötesine – taşımaya kararlı kadınlar da bulunuyor. Elbette bu gibi kadınların sorumluluğu daha büyüktür. Çünkü onların tuttuğu yol, daha uzun bir yoldur — ve bu uzun yolculukta yönümüzü kaybetmemek, bizim tarihsel yükümlülüğümüzdür. Sahiden de yönümüzü kaybetmemek hayati önemdedir. Bu nedenle de hâlihazırda sahip olduğumuz kaynakların farkında olmak durumundayız: Kadın meselesi bağlamındaki ideolojik, politik ve pratik mirasımızın ciddi bir değerlendirmeye tâbi tutulması gerekiyor. En önemlisi de, bu mirası nasıl ileri taşıyabileceğimizi keşfetmeliyiz.
Marx ve Engels’in düşünsel mirası, yalnızca pratikteki devrimci katkılarından ibaret değildir. Onların çalışmaları, üç temel kuramsal ayağa dayanır:
Birincisi, bilgi kuramına yaptıkları katkı, yani doğanın, toplumun ve düşüncenin yasalarını anlamaya yönelik materyalist ve diyalektik yaklaşımdır.
İkincisi, bu kuramın insan toplumunun gelişim yasalarını ortaya koymak üzere uygulanmasıdır.
Üçüncüsü ise, kapitalist toplumun yapısına dair gerçekleştirdikleri derinlemesine çözümlemelerdir.
Kadın meselesi, Marx’la Engels’in eserlerinde kendi başına bir mesele olarak kapsamlı bir biçimde ele alınmamıştır. Ancak buna rağmen, kadınların ezilmesinin tarihsel ve maddi temeli, bu düşünsel çerçeve içinde oldukça net bir yere oturmaktadır. Marx ve Engels, bu baskının kökenlerine ışık tuttukları gibi, kadınların özgürleşme sürecinin temel yönlerine ve izlenmesi gereken yola da işaret ederler.
Benzer biçimde, sosyalizm ve komünizm gibi başka büyük meseleler de aslında eserlerinde yalnızca kısa pasajlarla ele alınmıştır. Ancak bu kısa değerlendirmeler bile, okuyucuyu düşünmeye sevk eden, çözüm yolları sunan ve geleceğe yönelik stratejik çıkarımlar yapılmasına imkân tanıyan güçlü kavramsal araçlar sunar.
Bu yönüyle, Marx ve Engels’in kuramsal mirası yalnızca bir başlangıç noktası değil, aynı zamanda bugünü ve yarını şekillendirmek için elimizdeki en sağlam kılavuzlardan biridir.
Özellikle de Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eser, kadınların toplum içindeki ikincil konumunun tarihsel kökenlerinin izini sürerek açığa çıkarır. Ücretli Emek ve Sermaye ile Kapital ise, üretim süreci içinde kadın emeğinin özgül yerini çözümleyerek, kadın emeğinin nasıl görünmez kılındığını ve bu görünmezliğin nasıl sistematik bir sömürüye dönüştüğünü analitik olarak ortaya koyar. Bu analizler, kadınların özgürleşmesi için izlenmesi gereken stratejiyi de zımnen içinde barındırır. Bunun yanı sıra, daha 1848 yılında kaleme alınan Komünist Parti Manifestosu ve Komünizmin İlkeleri, kadınların özgürleşmesi için yerine getirilmesi gereken somut toplumsal talepleri dile getirmiştir. Zamanla, bu teorik çerçeve, pratik mücadeleler içerisinde daha da zenginleşmiş ve netleşmiştir. Lenin’in mektupları ve röportajları, bu gelişmelerin en parlak örneklerini sunar. Ancak burada Lenin’in kadın hareketine özgül katkılarına ayrıntılı olarak girmeyeceğiz. Çünkü Lenin’in ele aldığı tartışmalar, bugünkü kadın mücadelesini hâlâ meşgul eden temel çelişkilerle temelde aynıdır. Bu nedenle onun katkıları, başlı başına ayrı bir incelemenin konusu olmalıdır.
Belirttiğimiz üzere, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eser, kadınların sömürülmesinin özünü açıkça ortaya koyar. Bu eserde ortaya konduğu üzere, kadının toplumsal açıdan ikincil konuma düşürülmesinin temelinde ev içi emeğin değersizleştirilmesi yatar. Bu değersizleştirme ise, üretimin büyük ölçüde ev dışına kaymış olmasıyla ve ortaya çıkan devasa artı ürünün, onu devralanlara bahşettiği toplumsal nüfuzla mümkün olmuştur. Yani artı ürünün taşıdığı toplumsal güç, onu elinde tutanlara iktidar sağlar ve kadın bu düzen içerisinde değersizleştirilmiş, edilgen bir pozisyona itilmiştir. Bu perspektiften bakıldığında, aile kurumunun bastırıcı ve baskıcı bir rol oynadığı da net biçimde görülür.
Aile reisinin görevi, içinde bulunduğu toplumsal düzen içerisinde hayatta kalabilmek ve konumunu iyileştirebilmek için ailesinin diğer üyelerini – özellikle de kadınları – o toplumsal düzenin dayattığı normlara ve geleneklere uygun biçimde hizaya sokmaktır. Ancak ironik biçimde, uğruna insanları hizaya soktuğu bu düzen, salt ailesini değil bizzat onu da sömürmektedir.
Kadının eve kapatılmasının kökeni, ilkel üretim biçimleri evresine dek uzanır. Kadınlar, ev içinde tüketilmek ya da sınırlı ölçüde takas edilmek üzere mal ve hizmet üretmişler, üreme ve çocuk yetiştirme emeğini üstlenmişlerdir. Ancak bir bütün olarak bu emek, içinde bulundukları sömürü düzenini ayakta tutmaya hizmet etmiştir. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, birer sömürü aracı olarak aile, özel mülkiyet ve devlet kurumlarının türlü tarihsel üretim biçimleri uyarınca nasıl şekillenmiş olduğunun izini sürer. Ayrıca her tarihsel dönemde, bu üç kurumun oluşturduğu toplumsal bölünmeden en fazla hangi sınıfın fayda sağladığını da somut biçimde ortaya koyar. Nihayet de kadın emeğinin ve bedeninin sömürüsüne son verilmesi için izlenmesi gereken yola, geçilmesi gereken temel duraklara ve nihai kurtuluşun gerçekleşebilmesi için nasıl bir üretim biçiminin gerekli olduğuna da işaret eder.
Kadının, toplum tarafından yüceltilen ama gerçekte lanetli bir konum olan ev içi hizmet sağlayıcısı ve üreme aracı rollerine hapsedilmesi temelinde sömürücü tarafından dolaylı olarak sömürülmesi – yani kadının emeğinin sermaye tarafından erkek üzerinden dolaylı yoldan gasp edilmesi – en açık biçimiyle işçiye ödenen ücret bağlamında görülebilir. Bu sürecin işleyişi, Marx tarafından Kapital ve Ücretli Emek ve Sermaye eserlerinde son derece net biçimde ortaya konmuştur. Marx burada, ücretin emek gücünün bir bedeli olduğunu ve diğer tüm metalar gibi emek gücünün de üretim maliyeti esas alınarak kapitalist tarafından satın alındığını gösterir. Emek gücünün üretim maliyeti; (1) Eğitim giderleri, (2) Yaşamak için gerekli ihtiyaçların karşılanma bedeli ve (3) İşçi sınıfının yeniden üretimini, yani yıpranan işçilerin yerine yenilerinin konulmasını sağlayan üreme ve bakım emeğinin maliyetinden oluşur. Bu üç bileşenin toplamına “gerekli emek” ya da emek gücünün üretim maliyeti denir. İşte bu noktada, eğer bir kadının – yani işçinin günlük olarak yeniden üretimini sağlayan ve geleceğin işçi kuşaklarını yetiştiren kişinin – emeği bastırılır, değersizleştirilir ve yaşam ihtiyaçları asgariye indirilirse, emek gücünün toplam üretim maliyeti de o oranda düşer; yani “gerekli emek” azaltılmış olur. Böylece kapitalist, kadının görünmeyen ve ücretsiz emeği sayesinde işçiye daha düşük ücret ödeyerek daha fazla artı değer elde eder.
Böylelikle, kadınların sömürülmesine dair birkaç temel ilkeyi kavrayabilmek için gerekli teorik temelleri atmış oluyoruz.
Yani kapitalist, kadının ev içi emeğini – ki bu emek, işçinin geçim ve yeniden üretim maliyetleri kapsamında değerlendirilir – doğrudan değil, işçiyi sömürerek dolaylı biçimde gasp eder. Kadına hiçbir ödeme yapmaz; onun yerine, işçiye yalnızca “gerekli emeğin” karşılığı olan ücreti öder, geri kalan artı değeri kendisine saklar. Görünmeyen ve hesaba katılmayan ev içi emek ne denli yoğunsa – yani işçinin günlük yaşamında kadının katkısı ne kadar fazlaysa – kapitalistin işçiye ödemesi gereken “gerekli emek” bedeli de o kadar düşer. İşçi sınıfı içinde iş bulma rekabeti yaşandıkça, bu görünmeyen katkı kolayca bastırılır. Sistemin bunu destekleyen güçlü ahlaki ve kültürel normları vardır. Kadınların düşük nitelikli eğitim alması, kötü beslenmesi ve fedakârlık üzerine kurulu bir karakter yapısının onlara yüceltilerek öğretilmesi, bu dolaylı ve sinsi sömürünün en canlı, en dehşet verici kanıtlarıdır.
Bu sömürü biçimini olanaklı kılan, bunun dolaylı olması, gözlerden uzak tutulması ve ahlaki söylemlerle meşrulaştırılmasıdır. Kadının ev içindeki emeği ücretsizdir; bu emek, görünürde sevgiyle, fedakârlıkla ve doğallıkla tanımlanır; ama özünde kapitalist sistem tarafından sistematik biçimde gasp edilir. Yani bu emeğin karşılığı kapitalist tarafından hiçbir zaman ödenmez. Erkek işçi ise, eşine doğrudan ne kadar baskı uygularsa uygulasın, esasında bu sömürü sürecinin farkında olmayan bir aracı konumundadır. Tam da bu yüzden, işçi sınıfının hem erkeklerinin hem de kadınlarının bu durumun bilincine ermeleri elzemdir.
Bu bilinç, ancak sınıflar mücadelesi içerisinde gelişebilir. Kadınların da bizzat emek pazarına girmeleri ve aşırısömürüye (çünkü kadının kendini yeniden var edebilmesi için “gerekli emek” daha az yoğun görülür, maruz kaldığı baskılar ise daha ağırdır) tâbi tutulmalarıyla birlikte bu bilincin gelişimi için en uygun koşullar doğar. Bu süreç içerisinde yer aldıkça kapitalist sınıfın artık değeri nasıl gasp ettiğini doğrudan takip edebilecek hâle gelmeleri mümkündür (tabii günlük hayatta ekonomik bağımsızlığın tadına vardıkça aile içinde de kısmen daha iyi bir konuma geleceklerdir). Yani kadının toplumsal emeği, sermaye ile aralarındaki çelişkiyi gün yüzüne çıkarabilir. Tabii sırf toplumsal emek süreci içinde yer alıyor olmaları kadınları öylece kendiliğinden özgürleştirmeyecektir; bu, ancak sınıflar mücadelesine katılmalarıyla mümkündür.
Dolayısıyla, kapitalist üretim tarzındaki çelişki – yani sermaye ile ücretli emek (erkek, kadın ya da çocuk olsun) arasındaki çelişki – uzlaşmaz bir niteliktedir. Erkekler ile kadınlar arasındaki çelişki ise ikincil, bağımlı ve koşullu bir niteliktedir. Bu çelişkinin “ikincil” olması, onun daha az keskin ya da sert olduğu anlamına gelmez. Yalnızca, bu ikincil çelişkinin çözüm koşullarının ana çelişkiyi çözme mücadelesi sırasında (yine patriyarkaya karşı mücadele ve sınıflar mücadelesi yoluyla) yaratıldığı anlamına gelir.
Biz, kadınlar olarak, günlük yaşamda sömürüldüğümüzü biliyoruz. Marx ve Engels’ten önce de birtakım erkekler, kadınların sömürüsü ve ezilmesi hakkında yazılar yazmıştı. Ancak Marx ve Engels bize, bunun tam olarak nasıl gerçekleştiğini kavramamıza olanak sunan bilimsel bir yaklaşım sunmuşlardır. Kapitalist üretim tarzının artı-değer gaspının (ki Engels, önceki üretim biçimlerindeki artı-değer gaspına da ışık tutar) kadın emeğine nasıl uzandığını; bu süreçte, tek maaşı bölüşme gerekliliğinin ezilen işçi erkekler ile kadınlar (yani eşleri) arasındaki günlük çelişkiyi nasıl ağırlaştırdığını; düzenin, erkeği sömürücü sınıfın kültürel baskısının bir aracı hâline getirerek, sömürülenler ile ezilenler arasında nasıl bir bölünme yarattığını ortaya koymuşlardır. Bu temelde de Marx, bu meselelerin stratejik açıdan önemini de sıralamıştır.
Henüz 1848 senesinde bile Komünist Parti Manifestosu, kadınların köleleştirilmesinin toplumsal temellerine saldırıyordu, yani ev işi ve çocuk bakımı yüküne. Daha da önemlisi, ev işinin toplumsallaştırılması ve çocuk yetiştirmenin gelecekteki sosyalist devletin sorumluluğu hâlline getirilmesi şiarını ortaya atıyordu. Başka bir deyişle bu, patriyarkanın ve ailenin yok edilmesi için bir program sunuyordu. Çünkü bu yapılar, kadınların tâbi kılınması demektir. Dahası, Manifesto böyle bir programın uygulanmasını mümkün kılacak maddi temelleri de ortaya koyar. Eskinin feodalizmi aksine, kapitalizm bu kurtuluşun maddi temellerini bizzat oluşturmuştur. İlk olarak, emek ile sermaye arasındaki tüm ilişkileri bir nakit bağına indirgeyerek; ikinci olarak, ailenin üzerindeki duygusallık perdelerini yırtarak ve aile ilişkisini yalnızca bir para ilişkisine indirgeyerek; ve üçüncü olarak da giderek daha fazla kadını sermaye tarafından istihdam edilen toplumsal işgücüne dahil ederek. Bu şekilde kadınlar toplumsal üretime katılır, sermayenin sömürüsüyle de doğrudan yüzleşirler. Böylece, sömüren ile sömürüleni karşı karşıya getirerek, sömürüye karşı bilinç ve mücadele için gereken maddi temel yaratılır. Bu, yine sermaye tarafından istihdam edilen erkeklere kıyasla kadınların daha fazla özgürleştikleri anlamına gelmez. Kadınların da erkeklerin de özgürleşmelerinin anahtarı, dün olduğu gibi bugün de yine sınıflar mücadelesidir.
Marx’la Engels’in metinleri, çeşitli sömürücü üretim biçimleri altında yaşanan erkek-kadın ilişkisini sevimli göstermeye çalışmaz. Evlilik, “kurumsallaşmış fuhuş” olarak adlandırılır; kadının “ekonomik bağımlılığı,” onun gerek toplumsal gerekse bireysel açılardan tâbi kılınmasının en bariz nedeni olarak belirtilir. Marx ve Engels, ev emeğini – niteliği gereği – izole edilmiş ve izole edici olarak görürler. Onlar, “kadınların kurtuluşu ancak kadınların büyük ölçekli, toplumsal üretime katılmaları sağlandığında ve ev içi görevler onların dikkatini daha az gerektirdiğinde mümkün olacaktır” derler (yani bunun otomatik olarak gerçekleşmeyeceğini de belirtmiş olurlar). Bu maddi gerçeği reddetmek, ev emeğinin yalıtılmışlığını ve ağır yükünü güzelleştirmektir.
Bir yandan bu temel yaklaşımı kavramalı, bir yandan da kadın meselesinin somut tezahürlerine karşı mücadele mirasımızı pratik içerisinde zenginleştirmeliyiz. Eğer hareket, bugüne kadar kadın meselesine gereken dikkati göstermede başarısız olduysa, bizim görevimiz bu dikkati göstermeye başlamaktır; kadın meselesine dair diyalektik-materyalist sınıf perspektifini terk etmek değil.
Eğer ana çelişki ile ikincil çelişkiyi aynı düzeye yerleştirirsek, ikincil çelişkinin doğru bir mücadele yoluyla çözüm yoluna girme şansını pratikte azaltmış olmayız sadece. Daha fenası, işçi ile kapitalisti de “sömürücü” başlığı altında eşitlemiş oluruz. İşçiyi, yetersiz ücreti ve sefil imkanlarıyla, sanki bu denklemi değiştirecek güce sahipmiş gibi gösteririz, oysa böyle bir gücü yoktur. Bunu yaptığımız ölçüde, asıl uzlaşmaz sömürücümüze odaklanılmasına engel olmuş oluruz; oysa kadınların bu sömürücü ile hiçbir ortak çıkarı yoktur. Dolayısıyla, eğer böyle yapacak olursak, ana düşmana karşı vurucu gücümüzün bir kısmını etkisiz hâle getirmiş ve bu vurucu kapasiteyi müttefikimize yöneltmiş oluruz. Erkekler – işçi erkekler – kadın meselesinde gerçekten kendilerini özgürleştirmek zorundadırlar. Ancak mesele şu ki, hem kendilerinin hem de kadınların egemen sınıfın patriyarkal aile normlarından özgürleşmelerinin gerekliliğini ancak sınıflar mücadelesinde yer alarak gerçekten kavrayacaklardır. Böylece de, kadınlarla omuz omuza, egemen sınıflara ve dünya çapındaki emperyalist düzene karşı doğrudan mücadele edebileceklerdir.
[1] Bu metin, Hindistan Devrimci Kültür Birliği tarafından 14-15 Mayıs 1993 tarihlerinde Patna’da gerçekleştirilen “Kadınların Kurtuluşu ve Sınıflar Mücadelesi” sempozyumunda Rajani X. Desai’nin yaptığı sunumdur.
[2] Faiz Ahmad Faiz (1911-1984) yirminci yüzyıl Urdu edebiyatının önde gelen şairlerindendi. Bugün de Güney Asya coğrafyasındaki toplumsal mücadelelerde yer alanlar sık sık onun toplumcu eserlerine atıfta bulunurlar.
[3] Bu, Clara Zetkin’in Lenin ile anılarından alıntıdır. Tam metnin İngilizcesine şu kaynaktan ulaşılabilir https://www.marxists.org/archive/zetkin/1920/lenin/zetkin1.htm Türkçesi için de bkz. Clara Zetkin. 1996 [1934]. “Lenin’den Anılar.” Kadın Sorunu Üzerine: Marks, Engels, Lenin, Stalin, Komintern ve Clara Zetkin içinde. Türkçesi: İsmail Yarkın. İstanbul: İnter Yayınları, s. 302-335.