[Aşağıdaki yazı, Bölünmüş Dünya Bölünmüş Sınıf’ın da yazarı olan Zak Cope’un geçtiğimiz aylarda Marksizmi ve Marksistken kaleme aldığı yazıları reddederek karşı saflara iltica etmesi üzerine, çalışma ve yol arkadaşımız Joshua Moufawad-Paul tarafından yazılmış bir değerlendirmedir. Konunun öneminden dolayı, yazıyı sitemizde yayınlıyoruz.]
Joshua Moufawad-Paul
Türkçesi: Onurcan Ülker
2011 yılının sonlarında, o vakitler yeni yeni akademisyen olan Zak Cope’un Bölünmüş Dünya Bölünmüş Sınıf (BDBS) adlı çalışmasının redaksiyonunu yapmıştım. Metnin nihayetinde vardığı sonuca katılmasam da (ki bu sonuç, emperyalist metropollerde proletaryanın bulunmadığı yönündeki Üçüncü Dünyacı argüman ile üç aşağı beş yukarı aynıydı) kitabın, “işçi aristokrasisi” denen şeyin varlığını kanıtlayan kapsamlı ampirik veriler sunuyor olmasını takdir etmiştim. Fakat neticede ne olursa olsun, benim işim argümanın doğruluğunu tartışmak değildi; redaksiyonu bitirecektim, o kadar. 2012 sonbaharında, kızımın doğumundan hemen sonra, Hollanda’daki Jan Van Eyck Merkezi’ndeki bir konferansta sunum gerçekleştirmek için dünyanın öbür ucuna yolculuk ettiğimde de o zaman yeni basılan bu kitabın elli nüshasını bavulumda taşımak zorunda kalmıştım. Çünkü aynı konferansta kitabın da tanıtımı gerçekleştirilecekti. Cumartesi sabahının erken saatlerinde Maastricht’in Arnavut kaldırımlı sokaklarından geçerken bavulumun çıkardığı gürültü patırtının yankıları hâlâ kulaklarımdadır; sesten irkilen kent sakinleri olup biteni anlamak için camlardan kafalarını uzatmışlardı. Eğer ki o vakitler, Cope’un hem bu kitaba hem de Marksizme sırtını döneceğini, üstüne de gözü dönmüş bir Thatchercı gerici hâline geleceğini bilseydim, bırakın taslak metnin redaksiyonuyla uğraşmayı, o kadar kitabı dünyanın öteki ucuna taşıma zahmetine dahi girmezdim. Bu gibi durumlarda geriye dönüp baktığımızda, karşı saflara ilticanın emarelerini ta en başından görebilmiş olduğumuzu düşünmek isteriz, fakat aslında hiçbirimiz böyle kâhince öngörülere sahip değiliz.
BDBS’nin yayımlanmasından sonra Cope, “Üçüncü Dünyacı” olarak bilinen çevrelerde el üstünde tutulan bir akademisyen hâline gelmişti. Şimdilerde feshedilmiş olan Devrimci Anti-Emperyalist Hareket (RAIM) çevresi – ki bu da Maoist Enternasyonalist Hareket’in (MIM) içinden çıkan Öncü Işık Komünist Örgütü’nden (LLCO) kopmuştu – Cope ile BDBS’yi, kendi varlığını meşrulaştırmaya yarayacak akademik bir metin olarak görmüştü. Diğer uçta ise, bütün siyasetlerini Lenin’in emek aristokrasisi teorisini yok saymak üzerine bina eden türlü post-Troçkistler, BDBS’ye nefret kusuyorlardı. Böylece de Cope, Marksist bir akademisyen olarak, ufak çaplı bir ilgi odağı hâline gelebilmişti. Hatta öyle ki, RAIM gibi gruplar tarafından yere göğe sığdırılamıyor, Solidarity [Dayanışma] gibi gruplar tarafındansa yerin dibine sokuluyordu. Bu bağlamda, belirli projelerde RAIM ile işbirliği yaparak ve Charles Post ile emek aristokrasisi teorisinin yeterliliği konusunda birtakım tartışmalar yürüterek bu emek aristokrasisi kuramının sözcüsüymüş gibi hareket etmişti bir süreliğine. İşin doğrusu, RAIM ile birlikte yaptığı işler aslında oldukça yavandı (şimdi kendisi de Marksizme sırt çeviren Nik Brown’ın, RAIM’in mikro-hizipçi çizgisini desteklemek için Cope’un çalışmalarını kullandığı makaleler de keza öyleydi); ama Post ile girdiği tartışmalar nispeten heyecan vericiydi.
Tekrar edeyim, Cope’un vardığı çıkarımlara ben hiçbir zaman katılmadım. Bu çıkarımların, özellikle de sömürüyü aşırısömürüyle ilişkilendirme şeklinin, aydınlatıcı olduğunu düşünüyordum; fakat bir yandan da incelikten yoksun ve nihayetinde de ampirizm ile pozitivizmin belirlenimi altında olduğu kanaatindeydim. Buna rağmen kendisini değerli bir Marksist akademisyen olarak görüyordum. Sonuçta, çalışmalarını takdir ettiğim tüm akademisyenlerle her açıdan aynı fikirde değilim; kaldı ki meslektaşlarım ve yoldaşlarım da benimle her açıdan aynı fikirde olmayabilir. Genel olarak uzlaşabilir ve uzlaşmaz çelişkiler arasında bir ayrım yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Cope’un erken dönem Marksist akademik çalışmaları bağlamında, anlaşmazlık noktalarımızı uzlaşmaz bulmuyordum. İlgili yaklaşım ile kendi savunduğum eğilim arasındaki farkları Critique of Maoist Reason ve Politics In Command kitaplarımda, bir de bu yazının yayımlandığı blog için kaleme aldığım bir değerlendirmede ana hatlarıyla ortaya koymuştum. Söz konusu değerlendirmede, şöyle yazmıştım: “Cope, bir emek aristokrasisinin varlığını ve devamlılığını kanıtlamaya yönelik çabasında, nitel olguları diyalektik olmayan ve incelikten yoksun bir şekilde kavrıyor. Kendini siyasal iktisadın pozitivizmine kaptırıyor, emek aristokrasisi teorisini tarihsel materyalizmin bilimsel yöntemi ışığında ele alma gerekliliğini göz ardı ediyor. Yani, siyasal iktisatçıların çoğu gibi, Cope da diyalektik materyalizmi yetersiz düzeyde kavramıştır.”
Fakat şimdi Cope, gerek Marksizmi gerekse Marksistken kaleme aldığı bütün çalışmaları reddettiğine göre, diyalektik materyalizmi ne ölçüde kavradığı da artık pek de önemli değil; kaldı ki bu, artık umurunda da değil zaten. Çünkü artık o, envaı çeşit Marksist, anarşist ve antikapitalistten müteşekkil iğrenç bir dönekler topluluğuna dâhil olmuştur. Yani tıpkı Bernard Henri-Lévy ile benzerleri gibi, Cope da solcudan dönme gericilerden biri hâline gelmiştir. Şimdi de burjuva ideolojisinin bildik hikâyelerini yineliyor: “Ben de komünisttim, ama sonradan büyüdüm; hâlâ Marksizmden ve kapitalizmin kötülüklerinden bahseden bu diğer komünistler ise küçük birer çocuk…” Bunlar çok basmakalıp klişeler; ki belki de kimi açılardan artık Cope’u da klişe belleyip göz ardı etmemizin zamanı gelmiştir. Lakin aynı zamanda bu klişenin neden süregittiğini, bu gibi karşı saflara iltica vakalarının niçin gerçekleştiğini, William Burroughs’un Çıplak Şölen kitabında (ya da Cronenberg’in Çıplak Şölen uyarlaması mıydı, tam anımsamıyorum) söylediği gibi neden “her failin nihayetinde ihanet ettiğini” sorgulamamız da gerekiyor.
Düşman saflarına geçenlerde “ilk günahın” izlerini arama eğilimi, adanmış antikapitalistler arasında aslında oldukça kuvvetlidir. Yani ister dümdüz liberallik ister açıktan gericilik şahsında olsun, karşı saflara geçen insanların eski çalışmalarında bu ilticanın emarelerini aramayı, böylelikle de onları “baştan kusurlu” olarak mahkûm etmeyi pek severiz. Diğer psikolojik etmenlerin yanı sıra, diyalektik düşünme noksanlığı da, bir ihtimal Cope’un karşı saflara iltica etmesine yol açmış olabilir. Fakat öte yandan, pek diyalektik olmayan, hatta hatalarla dolu çalışmalar ortaya koyan birçok Marksistin de ömür boyu kapitalizme karşı çıkmaya devam ettiği gerçeğini yadsıyamayız. Dolayısıyla, böyle “ilk günah” türünden düşünceler pek faydalı değil bence. Bu yaklaşımı, dinsel düşüncenin bir yansıması olarak değerlendirmemiz bile mümkündür. Mesela ben inançlı birtakım Hıristiyanlarla büyüdüm. Onlar da “inancını yitiren” Hıristiyanlara, sanki bunlar hiçbir noktada “gerçekten Hıristiyan” olmamış gibi davranırlardı. Bu gibi dinsel düşüncelerin temelinde, şayet gerçekten inanmışsanız yolunuzu asla kaybetmeyeceğiniz, zira “gerçek inancın” ebedi bir bağlılık demek olduğu mefhumu yer almaktadır. Böylesi bir bakış açısı, benzersiz bir ruh, bozulmamış bir kişilik ve zaman içinde değişmeyen bir kişisel özne fikrine dayanmaktadır: Tanrı’ya ne kadar süre inandığınız fark etmez, şayet bu inancınızı terk ederseniz, o zaman daha en başından itibaren aslında Tanrı’ya inanmamışsınızdır.
Ne var ki ben, bir (tarihsel) materyalist olarak “gerçek benlik” diye bir şeyin olmadığına inanma eğilimindeyim. Gerçekten de, özne kavramı hakkında yakında çıkacak olan kitabım, durağan insan diye bir şeyin olmadığını; ancak zaman içinde dahil olduğumuz çoklu özne pozisyonlarının ve toplumsal ilişkiler ile ideoloji tarafından belirlenen benlik süreçlerinin söz konusu olduğu fikrini savunmaktadır. Analitik felsefenin de kafaya taktığı üzere, kişisel kimlik inşa edilen bir şeydir: Her birey, yaşamının farklı noktalarında tamamen farklı bir kişi olabilir, nitekim Theseus’un Gemisi [1] sorunsalının işaret ettiği mesele de budur. İdeoloji ve toplumsal ilişkiler, bu düşünce deneyini, analitik felsefenin (bütün pozitivist aşırı-belirlenimiyle) açıklayabileceğinden daha etraflı bir şekilde açıklamaktadır: Biz kolektif varlıklarız; öznelliğimizi belirleyen, esasında toplumsal varlığımızdır. Dolayısıyla yaşamlarımızda baskın olan toplumsal ilişkilerin ideolojisinden etkilenen birtakım kişilikler şahsında vücut buluruz. Egemen sınıf ideolojileri, hele de bu ideolojilere meydan okuyabilecek kolektif bir yaşama katılımdan yoksunsak, en ikna edici olanlarıdır. Bu sorunsal, yakında çıkacak kitabımda incelediğim temalardan biridir: Özne, aslında birtakım süreçlerdir.
Zak Cope’un geçmişte hangi devrimci pratiği sürdürdüğü bir yana, ne tür bir kolektif yaşamın parçası olmuş olduğunu bile kesin olarak söyleyemem. Ama pek de dişe dokunur bir kolektif yaşama iştirak etmiş olduğundan şüpheliyim. Hatta eldeki veriler ışığında bir tahminde bulunacaksam, kendisi herhalde pek az örgütsel faaliyette bulunmuştur. Kaldı ki benimsediği Üçüncü Dünyacı anlayış, zaten genel olarak metropollerde katılabileceği bir proleter yaşamın var olmadığını savlıyordu. Hâl böyleyken niçin rahatını bozacak olsundu? Ayrıca pek öyle anti-emperyalist enternasyonalist bir çalışma yürütmüş olduğuna dair de elimizde herhangi bir kanıt yok. Öyle ki, kendisini bizzat tanımadığım için hangi ideolojileri kendince en ilgi çekici bulmuş olduğunu bile söyleyemem (gerçi gerici biçimsel [2] değişimini hızlandıran bir olguymuş gibi görünen 7 Ekim 2023’e [3] verdiği tepkiyi göz önünde bulundurursak, belki de Siyonizm bunlardan biriydi). Konuştuğum başka kişiler Cope’u tanıyordu mesela ve onların dediğine göre, zaman içinde gerçekleşen bu değişimin gelişi önceden belliydi. Ama yine de tüm bunlar da olsa olsa insanların zaman içerisinde farklı insanlara dönüştüğünü göstermektedir; çünkü dediğim gibi, öznellik sabit değildir. Yani Cope’un karşı saflara iltica etmiş olması aslında hiç de öyle tuhaf değildir. Tamam, pek diyalektik düşünen biri değildi belki; ama onun bu ihtida eyleminin bir “ilk günahtan” ileri gelmediğini pekâlâ söyleyebilirim. Çok daha diyalektik düşünebilen, hatta çok daha sağlam devrimci pratiğe sahip düşünürler dahi, kolektif yaşamdan soyutlandıkları vakit karşı saflara geçebilirler. Mesela Hindistan’da Kobad Ghandy [4], yaşayan hareketin devingenliğinden soyutlandıktan sonradır ki fevkalade bir post-Marksist düşünür hâline gelmişti. Hisila Yami (nam-ı diğer Parvati Yoldaş) [5] ise, halk savaşı ve kadının kurtuluşuna dair çok kuvvetli çalışmalarda bulunmuş olmasına karşın, sonunda revizyonist kampa kapağı atmıştı. Yani kolektif yaşamdan kopan (Ghandy, senelerce hapis yatmıştı) yahut bu yaşamın paramparça oluşunu bizzat deneyimleyenler (Yami, Halk Savaşı’nı etkisiz kılan bir barış süreci içinde çizgi mücadelesinin şiddetli gelgitlerine maruz kalmıştı), bilinçleri değiştiği ölçüde ihanete kapılmışlardır. Elbette Cope, Ghandy ve Yami’nin sıkletinde değildir. Neticede devrimcilik yapmıyordu; buna koşut devrimci bir pratik ile anlamlı bir kolektif yaşam tecrübesine de muhtemelen sahip değildi. Ayrıca açıktır ki şahsi yaşamında, kişiliğindeki bir değişimi zorlayacak birtakım baskılara da maruz kalmış değildi. Zaten tam da bu yüzden onun gibilerin ihanete kapılması oldukça kolaydır. Öyle ki, aslında Cope’un ihanetini bizzat Cope’un çalışmaları ışığında açıklamamız mümkündür: Ayrıcalıklı emperyalist metropollerdeki işçilerin bir kısmı nasıl çeperin aşırısömürüsünden edinilen aşırıkârlar sayesinde satın alınabiliyorsa, Cope da aynı şekilde aşırıkârlardan gelen sus payına tav olmuştur. Yani bir “ideolog-işçi” olarak, emek aristokrasisi kuramının kanlı canlı kanıtıdır! Nihayetinde de şimdi, emperyalizmin ürettiği kârlardan istifade eden ve kendisi gibi entelektüellerin serpilip gelişebileceği üniversite sistemine methiyeler düzen bir Birinci Dünya ideoloğu hâline gelmiştir.
Dahası Cope’un, karşı saflara geçerken eski çalışmalarını reddetmiş olması da bir bakıma gayet manidardır. Bu çalışmalar, hataları ne olursa olsun, hâlihazırda benimsediği ideolojik konumlanışa doğrudan karşıt bir noktada yer alıyordu. Mesela BDBS’nin en güçlü yanı olan faşizm tahlilleri Cope’un şimdiki faşizm anlayışına taban tabana zıttır. Bugünkü Cope, Hitlerci bir uydurma olan “nasyonal sosyalizm” adlandırmasının aslen “sosyalizm” anlamına geldiğini sahtekârca öne süren liberal şablonculuğa riayet etmekte, Nazizmin özünde sosyalizm olduğunu savlamaktadır. Böyle bir şeyi savunabildiğine göre Cope, gelinen noktada ya iki yüzlü bir şekilde hareket etmektedir ya da tam bir geri zekâlı hâline gelmiştir. Fakat sebebi her ne ise, önceki çalışmalarını inkâr etmekte olduğu açıktır. Sömürgeciliği ve emperyalizmi sahipleniyor olmasını da benzer şekilde değerlendirebiliriz. Cope, esasında neyi reddettiğini gayet iyi biliyor; yeni “bilimsel çalışmalarını,” eski bilimsel çalışmalarından topyekûn bir kopuş, hatta tüm bunların reddi olarak kavramsallaştırıyor.
İşte bu nedenle Cope gibilerinin çalışmalarını, kendileri bunları reddetseler bile ıskartaya çıkarmayı yanlış buluyorum. Bu öyle bir durumdur ki bugünkü özne, daha önceki çalışmalardan sorumlu olan özne ile aynı değildir. Yani bugünkü özne kendisini dünkü özneden ayırmıştır. Dün ile ilişkilendirilmek istemez, hatta dünü tümden reddeder. Haklıdır da! Çünkü şayet bu dönekler herhangi bir şekilde anlamlı bir çalışma ürettilerse, bu çalışmalar onların peşini kolay kolay bırakmaz. İşte bu yüzden dönek, kendi geçmişini eksiksiz bir şekilde mahkûm etmek zorundadır. Eğer akademisyen olarak hayatta kalacaksa, geçmiş çalışmalarını değersizleştirmekle yükümlüdür (nitekim Cope, her türden Marksist yaklaşımı hor görüyor ve baştan sona reddediyor artık). Bu hamle, illa samimiyetsiz olmak zorunda değildir, zira tam tersi yönde bir gidişat da mümkündür. Örneğin üniversitedeyken yazdığım makalelere yahut lisedeyken fanzinlerde kaleme aldığım saçma sapan yazılara bakıyorum da, bunlar, dünyayı farklı bir ideoloji temelinde kavrayan bambaşka bir insan tarafından yazılmış. Hâliyle bugün bunları tümden reddediyorum! Ne var ki, tam da radikalleşen düşünürlerin erken dönem çalışmalarını muhafaza etmeyi önemsemiyor oluşumla aynı sebepten ötürü, radikallikten uzaklaşan düşünürlerin erken dönem çalışmalarını muhafaza etmeyi önemsiyorum. Bu tutumum, yalnızca BDBS ile sınırlı değil. Bir vakitler gerçekten devrimci olan, lakin öznelliklerine halel gelen diğer, daha önemli düşünürlerin ürettikleri çalışmalar için de geçerli. Mesela Hisila Yami, artık devrimci değildir; ancak Nepal’deki halk savaşının en şiddetli yıllarında proleter feminizm hakkında ortaya koyduğu çalışma hâlen daha müthiş bir eserdir. [6] Kendisi bunu artık umursuyor mu umursamıyor mu orası meçhul, kaldı ki sorulsa, muhtemelen bu çalışmayı reddedecektir.
Bazılarının iddia ettiği üzere, Cope’un satın alındığı içindir ki karşı saflara iltica ettiğini varsayımını da yararlı bulmuyorum. Devrimci kamptaki bazı insanların satın alındığı ve devletin işbirlikçisi hâline geldiği vakidir tabii, ama daha yaygın olanı, maaşlı devlet ajanlarının devrimci hareketlere doğrudan sızdırılmasıdır. Cope gibi devrimci bir yaşamı yahut örgütsel bir deneyimi olmayan akademisyenler söz konusu olduğunda, devletin bu gibi insanları kale alması pek de olası görünmemektedir Neticede Cope, tâli bir düşünürdü. Belki de hesap kitap yaparak karşıdevrimci bir akademisyen olmanın daha kazançlı olacağına kanaat getirmiştir, kim bilir; ancak bu bile, siyasetini dönüştüren belli bir özne-süreci kapsamında vuku bulmuştur illa. Kaldı ki, bu da bir kumardır: Yıllardır akademide olduğumdan biliyorum, işsiz güçsüz pek çok sağcı akademisyen de mevcut… Bu kimseler, benim de içinde olduğum sözleşmeli öğretim görevlileri sendikasında yer alıyor ve dur durak bilmeden sendikayı imha etmeye uğraşıyorlar; gelin görün ki, üniversite bunların pek çoğuna iş vermeye yanaşmıyor. Niye yanaşsın ki, bunlar sendikayı parçalama işini zaten bedavaya yapıyorlar! Eğer Cope, belki bir Badiou’nun akademik düzeyinde olsaydı, derdi bir velinimet bulmak ise, gerici olmak için rüşvet alırdı; ama kendisi, ancak ufak tefek bir kitlenin takdir ettiği bir akademisyen olagelmiştir daima. Doğrudur, müesses nizamın akademisyeni olmak daha kazançlıdır; fakat müesses nizamın akademisyenleri için bile, bugünlerde pek fazla kadrolu iş yoktur.
Ve ben işte tam da bu noktada, kendi akademik çalışmalarımı ve gelecekte bilinmeyen bir anda, başka bir insana – yani, karşı saflara iltica eden birine – dönüşüp dönüşmeyeceğimi merak ediyorum. Şayet durum buysa, beni bütünüyle bambaşka bir özneye dönüştürecek ideolojik olaylar gerçekleşirse, hâlihazırda olduğum kişinin, gelecekteki bu olası kişiden nefret edeceğini ve de onu hâkir göreceğini şimdiden açıkça dile getirmek isterim. Şimdiki çalışmalarımın, karşı saflara iltica etmiş bir fail olarak dönüşebileceğim olası kişi açısından lanetli birer nesne olduğunu ve şu anda olduğum öznenin, kendimin bu olası versiyonundan daima nefret edeceğini ilan etmek isterim. Her ne kadar karşı saflara iltica etmeyeceğimden ve (düpedüz bir gerici olmayı geçtim) şu anki benliğimin boktan bir liberal versiyonuna dönüşmeyeceğimden emin olmak istesem de gelecekte karşı karşıya kalacağım koşulları ve ideolojik baskıları tahmin edemem. Dolayısıyla, yarın öbür gün şayet karşı saflara iltica edecek olursam, bugünden belirtmek isterim ki şu anki çalışmalarım, gelecekte asla var olmamasını ümit ettiğim o olası kişiye taban tabana karşıdır.
[1] [Yunan mitolojisinde Theseus Girit’ten döndükten sonra gemisi uzun süre Atina’da kalır. Bu süreçte gemi, parça parça yenilenir. Nihayetinde hiçbir parçası baştaki gemi ile aynı değildir. Buradaki mesele, bu yenilenmeden sonra Theseus’un gemisinin hâlâ Theseus’un gemisi olup olmadığıdır. – Ç.N.]
[2] [Alm. Gestalt – Ç.N.]
[3] [Aksa Tufanı – Ç.N.]
[4] [Kobad Ghandy Hindistan’daki devrimci hareketin önderlerindendi. 2009 senesinde Hindistan Komünist Partisi (Maoist) yöneticisi olduğu iddiasıyla tutuklanmış, on sene hapis yatmıştı. – Ç.N.]
[5] [Hisila Yami, Nepal Komünist Partisi (Maoist)’in merkez komite üyesiydi. Nepal’de Halk Savaşı ve Kadınların Kurtuluşu metninin yazarı olan Yami, bugün “Nepal Sosyalist Partisi” çatısı altında siyaset yürütmektedir. – Ç.N.]
[6] [İng. People’s War and Women’s Liberation in Nepal. İngilizce PDF’nin bağlantısı: https://www.marxists.org/subject/women/authors/yami/337330316-Peoples-War-Womens-Liberation-in-Nepal.pdf – Ç.N.]